T24 Kültür Sanat
Gazeteci, yazar ve T24 yazarları Tuğçe Tatari‘nin yeni kitabı“Gençler Nereye: Bir Kuşağın Peşinde“, Literatür Hayat yayınlarından çıktı.
Tıpkı arka kapağında yazdığı gibi kitap; “umutsuzlukla direnç, güvensizlikle hayal, baskıyla özgürlük arayışı arasında sıkışmış gençlerin gerçek hikâyelerini” anlatıyor.
42. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda okurla buluşacak
Tatari, birbirinden farklı hayatlar yaşayan gençlerle yaptığı görüşmeler sonucunda yazdığı kitabını 42. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda anlatacak. Tatari’nin “Vazgeçmeyen Gençlerin Ülkesi” söyleşisi, 14.00 ile 14.45 arasında Kınalıada Salonu’nda olacak
Ayrıca Tatari saat 15.00 ile 16.00 arasında 7/724B’de kitaplarını imzalayacak.
Kitaptan tadımlık
I. Bölüm | Giriş
Türkiye’de Genç Olmak
“Türkiye’de genç olmak biyolojik bir gelişim süreci değil, siyasal, ekonomik ve toplumsal bir inşadır.”
Türkiye’de genç olmak, bugün artık pek çok genç için yalnızca bir yaş meselesi değil; boğucu siyasi atmosferin, ekonomik belirsizliklerin, gelir dağılımındaki uçurumun, eğitim sistemindeki yapısal sorunların ve kültürel altyapı zayıflığının birlikte ördüğü bir hayatta kalma mücadelesidir…
Bu çalışmaya başlamadan önce bana gençliği “hayatta kalma mücadelesi” olarak tanımlayacağımı söyleseydiniz böyle bir şeye ihtimal vermez, hatta bu ifadeyi çok sert bulurdum ama şimdi gayet yerinde bir tanım olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de genç olmak, başka pek çok “şey” olmak gibi hayli zor ve hepimiz bu zorluğun tam içinde yaşıyoruz. Ülkenin bize neler çektirdiğini iyi biliyoruz fakat yaşam, hayatlarının henüz baharını yaşaması gereken gençler için de en az bizlerin hissettiği kadar çetin ve mücadelelerle dolu. Oysa aramızda büyük farklar var. Göğüslememiz gereken dertlerin eşit olması yaşam döngüsü bakımından, varoluşsal tecrübe bakımından adil değil.
Gençlik dediğimiz dönem, insan yaşamı evrelerinin belki de en umarsız, en uç, en uçuş uçuş olduğu, saçmalamanın en fazla hak edildiği, renkli geçmesi gereken yıllardan oluşur, gelgelelim Türkiye’de gençlik dönemini tarif ederken bunlardan bahsetmek bile neredeyse şımarıklık, neredeyse lüks.
Havada uçuşan tanımların ayağını biraz daha yere bastırmak amacıyla her şeyden önce bu çalışmaya neden, nasıl başladığımı anlatsam belki bu okuma yolculuğumuzu daha iç içe geçireceğimiz bir eşlikçiliğe dönüştürebiliriz.
Başlangıç için iki farklı motivasyondan bahsetmem gerekir. Birincisi, Türkiye’de anne olmak ki bence üzerine ayrıca çalışılması gereken konulardan biridir. İkincisi ise gelecek nesiller adına fazlasıyla endişeli bir gazeteci olmak.
Türkiye’de çocuk olmanın nasıl bir şey olduğuna dair deneyimim, beni çocuklar için bir “politik dizi” yazmaya yönlendirdi çünkü insanın (“ağaç yaşken eğilir” deyiminde olduğu gibi) küçük yaşlarda şekillendiğini, bazı temel düşünme modellerini edinmek için gençlik ya da yetişkinlik dönemlerinin geç olduğunu düşünenlerdenim.
“Çocukların Türkiyesi” ifadesi benim için zamanla “gençlerin Türkiyesi”ne evrildi çünkü hem çocuğumun yaşının ilerlemesi hem de gençliğin tehlike altında olduğunu bize fazlasıyla net gösteren gelişmeler (uyuşturucu, suça bulaşan çocuklar, hızla artan zorbalık, sosyal medyanın olumsuz etkileri, ekonomiden sebep savrulmalar) beni endişelendirdi. Bunu fark etmemle birlikte ergenlik, gençlik ve Türkiye üçlemesi üzerine çok daha fazla düşünmeye başladım. Geçmişte kendim de benzer süreçlerden geçtiğim hâlde, aslında bu meseleyi çok etraflıca düşünmediğimi; ancak ilgi çeken haberlerden ve ara ara yayınlanan dikkat çekici anket sonuçlarından edindiğim kadar bilgi sahibi olduğumu fark ettim.
Oysa bir sorunu, üzerine endişelenecek kadar benimseyebilmek için önce meselenin içinden geçmek, onu anlamak ve tanımak gerekir.
Ben hayatta her şeyin politik olduğuna inanırım. Gençlerin son dönem yaşadığı sıkıntılara bakınca, ülke gençliğindeki sıkışmayı görmezden gelmek imkânsızdı benim için. Konuya üstünkörü baktığımda da karşıma çıkanlar genellikle öznel düşüncelere dayalı konuşmalardan ya da rakamsal verilere dayalı araştırma sonuçlarından ibaretti. Gençler birtakım harflerle X, Y, Z kuşağı diye kodlanıyor, genelgeçer sözlerle tanımlanıyor, o kod ve tanımlara göre konumlandırılıyorlardı. Oysa her birimizin, her insanın, hatta her canlının olduğu gibi –ve hatta belki çok daha ötesinde– gençler biricikler…
Aynı evde doğup büyüyen ikiz çocukların alışkanlıkları, geliştirdikleri kişilik ve mizaçları bile bu kadar farklıyken, gençlik gibi tek tanıma sığdırmanın zor olduğu bir dönemden bahsederken, “Z kuşağı da böyle işte!” deyip geçebilmeyi çok da akıl kârı bulmadım. Akıl kârı bulmayarak başladığım anlama çabası, bir aşamadan sonra “şimdiki gençler” diye başlayan tüm tanımlamaları reddetmeye evrildi.
Çalışmanın sonlarına doğru geldiğimde ise anket şirketlerinden alışık olduğumuz ve sıklıkla haberlere yansıyan “Türkiye’de gençler şöyle, böyle” laflarının çoğunu safsata olarak değerlendirir oldum. Çünkü evet, yaşadığımız coğrafya, siyaset, âdetler, aidiyetler, ekonomik koşullar, sosyolojik etkenler ve benzerleri hepimizi bazı alanlarda buluşturuyor ama bunlar asla kişileri genel olarak anlamamıza yetmediği gibi, gençlere genel bir ad koymaya ya da onların genelini tanımlamaya da yeterli olmuyor.
Yanıtlara tek tek ve detaylıca bakılmadığında, “Evlerde hâlâ televizyon izleniyor mu?” araştırma sonucunun bile net ve kesin çıkmasının neredeyse imkânsız olduğunu; kişinin kendisi izlemese de evde onunla yaşayanlar arasında televizyon izleyenler olup olmadığından, kendisinin onlara hiç eşlik edip etmediğine; telefon veya tablet uygulamalarından ulusal TV yayınlarını takip edip etmediğinden, bildiği-tanıdığı televizyon figürlerinin kimler olduğuna kadar başka sorular sormadan araştırma sonucunun eksik veya hatalı olacağını, doğruya yakın olsa bile net bir gerçeklik sunamayacağını anladım.
Bizi de doğru anladılar mı mesela gençken, bu da tartışmalı bir konudur benim için. Ben 1980 doğumluyum. Kendimin ve kuşağımın doğru anlaşılmadığını, bu anlaşılmamışlık içinde çoğumuzun heba olduğunu düşünmüşümdür hep. Muhakkak ki benim kuşağımı anlayamayan ebeveynlerin kendi gençliklerinde yaşananlar da bu durumu etkilemiştir, onların yaşadıklarıyla oluşan davranış ve düşünce kalıplarının bizlere, yani bir sonraki kuşağa “heba etmek” üzere aktarıldığı iddiasındayım.
Dönemler, kuşaklar arasında gelişigüzel yorumlar yapmak doğru değil, biliyorum ama kendi kuşağıma, 80’lere ya da mesela 68 kuşağına bakınca, insan ister istemez bu ülkenin değişen koşullarında yaşayan bu yeni genç kuşağı daha çok sarıp sarmalama hissine kapılıyor. Hayır, öyle hümanist, insan âşığı bir iyilik elçisi olduğum için değil elbette. Gençlik yılları nasıl da değerli, hatırlasanıza…
İşte bu çalışma beni tam da bu anlattığım sebeplerden ötürü çok yordu. Fiziksel ya da zihinsel bir yorgunluk değil söz ettiğim, tamamen duygusal bir yorgunluk. Çok duygusal biri olmasam da geleceğe dair umudunu dik tutmaya çalışan biriyim, ancak Türkiye’de gençlerin âdeta bile isteye heder edildiğine tanıklık etmek zorlayıcıydı. Görüştüğüm gençlerin çoğunda karşıma çıkan o heder edilme hâli, her bir genç adına üzdü beni. Kendi gençliğime ve ergenliğime dönüp bu ülkede yaşadığım, uğradığım ve karşılaştığım tüm “anlaşılamamışlıklarımla”, karşıma koyulan tüm “yaptırımlarla”, tüm “genellemelerle” ve “yok sayılmalarla” yeniden ve yeniden yüzleşmem gerekti.
Asla bu kadar zor ve duygusal yükü ağır bir işin altına girdiğimi düşünmemiştim. Tamamen bir sohbet esnasında, bir masa dolusu arkadaşın hep bir ağızdan herkesin ülkeden gitmek, oturum izni almak veya altın vize için çabaladığını anlattığı hararetli bir sohbette, “gençler de Türkiye’den gitmek istiyor” şeklindeki ortak bir tespit üzerine, yine herkes tek bir ağızdan kendi çevresinden örnekler vererek, hatta ülkeye dair kendi “kaçma arzusunu” da konuya sos ederek, yüksek laflar, büyük genellemeler yaparak, gerçeği veriler ya da kaynaklar üzerinden bilmeden, tamamen kişisel tespitlerle geçen bir sohbete başladık.
Buraya başka isimler de ekleyebilirim ama Lüküslü Hocamın kıymetini ayrıca belirtmek isterim… Yazın öğrenci bulmak kadar hoca bulmak da zor. Demet Lüküslü için birçok şeyin tarihini değiştirdim. Onunla konuşmadan, ona bazı şeyleri sormadan bu kitabı bitiremezdim. Çünkü kendisi gençliği topyekûn ve genelgeçer eğilimleriyle ele alan ve salt o yönde araştırıp çalışan biri değil. Gençlik tarihini, Cumhuriyet sonrası gençliğin yaşadığı kuşaklara özgü olayları da ele alarak çalışan biri. Gençliğin siyasi gelişmelere ne gibi tepkiler verdiğini merak etmiş ve bu konuda çalışmış; gençleri içinde yaşadıkları dönemle birlikte ele almaya çalışan, genellemelerden uzak duran biri. Böyle bir sosyoloğu, böyle bir akademisyeni bulup da kaçıramazdım. Kitabın sonuna doğru röportajımızı okuyacak ve kendisini tanıma fırsatı yakalayacaksınız. Çalışmaları ilginizi çekecek biliyorum, kitabın sonundaki Kaynakça sayfasında hepsini bulabilirsiniz.
Yazma sürecinde yazılı kaynak araştırması yapmak ve bunları okuma kısmı biz gazeteciler için en basit aşamalardan biri. Ama bu aşamadan sonrası için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, zira elinizdeki kitap, örneğin bir bölgeye gidip o bölge insanının yaşadıklarını anlamaya çalışan, kısıtlı bir coğrafyayı baz alan bir çalışma değil ki öylesi inanın çok daha kolay olurdu. Ben toplumun belli bir yaş aralığında olan geniş bir kesimi için genel bir algı, genel bir yönelim yakalamaya çalışacaktım ve de bunu konunun özneleriyle yapacaktım. Tek bir sorun vardı, o da onları nasıl bulacağım… Tamam, seyahatlere çıkarsın, sokak sokak gezersin, diye rahatlattım kendimi. Hata yapmaktan, başaramamaktan korkan, acabası çok, endişeli ve mesleğin yenisi, yirmi birindeki Tuğçe’yi de almıştım yanıma. Türkiye’de genç olmayı, Türkiye’de genç olanlarla konuşacaktık. Olabildiğince çok ve olabildiğince farklı şehirlerden gence ulaşmam, onları bu siyasi ortamda konuşmaya ikna etmem gerekecekti.
Belki de tam burada, konuştuğum bütün gençlerin kimliğini gizleme kararını neden verdiğimi açıklamalıyım. Henüz tek bir gençle dahi röportaj yapmadan, mesleğimin bana verdiği “kaynak saklama” hakkımı kullanmayı tercih ettim, zira Türkiye, siyasi konularda konuşan gençlere tıpkı yetişkinlere davrandığı gibi davranıyor. Lisans, burs iptalleri, idari engeller, disiplin cezaları ya da adli sicil kaydına etki edecek, yani tüm geleceğini etkileyecek uygulamalarla gençleri bir nevi tehdit ederek ifade özgürlüklerini baskı altında tutuyor. Bu röportajlar yüzünden tek bir gencin dahi geleceği etkilense, vebali ağır diye düşündüm. İsimlerinin gizli tutulacağı bilgisi, konuşmaktan çekinenleri şevklendirdi, doğru ama bazısı da bu meseleyi hiç dert etmedi.
Kimlikleri gizlemek bazı özel şeyleri çok daha rahat konuşmamızı sağladı. Kimi masalara politik sorunlar kadar ailesel faktörleri de açıkça yatırdık. Masa dediysem, çoğu görüşmede masa filan yoktu. Vapurda, sokakta, kampüs kaldırımında, gece yarısı-sabaha karşı dolmuşta, metroda, metrobüste, havaalanında, sosyal medyada, meyhanede, kıraathanede, kütüphanede, kreş bahçesinde, karanlık bir köşede ya da AVM’lerde yapılmış birbirinden farklı başlayan ve gelişen, birbirinden özgün sohbetler, “anketörlük anılarım” başlığıyla neredeyse bir başka kitabın konusu olacak düzeyde benim için.
Kapı kapı gezdim, evet… Kitabı söz verdiğim tarihten çok daha geç teslim ettim, evet. Çünkü yelpazeyi çeşitlendirmeye doyamadım bir türlü. O da olmalı, bu da olmalı derken “genç avı”nda da gittikçe tecrübelendim. Benzer hikâyeleri farklı sosyoekonomik pencerelerden izlemeye çalıştım ve bu da arayışlarıma sürekli yenilerinin eklenmesine sebep oldu. Amiyane tabirle parası olanla olmayan aynı olayı aynı şiddetle yaşamıyor hiçbir zaman. Ama finalde kimin daha avantajlı durumda kaldığı daima benzerlik gösteriyor.
Meseleleri kendi aklımda da netleştirmek için bazı okumalar yapmam gerekti. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun habitus ve alan kavramlarından faydalandım. Bourdieu’ya göre bireyler “boşlukta” davranmaz, doğdukları ve büyüdükleri sosyal çevre onların düşünme, hissetme ve davranma biçimlerini kalıplaştırır. Bu kalıplara da “habitus” der Bourdieu. Habitus, bireyin yaşam boyu içselleştirdiği sosyal deneyimlerin toplamıdır. Ailenin sınıfsal konumu, eğitim düzeyi, ekonomik koşulları, kültürel alışkanlıkları, hatta konuşma biçimi dahi kişinin habitusunu belirler. Gençler bu habitusun içinde “kendiliğinden” hareket ederler; neyi mümkün, neyi imkânsız gördükleri bile bu yapıya gömülüdür. Yani, “parası olanla olmayan aynı olayı aynı şiddette yaşamıyor” dediğimiz nokta tam olarak Bourdieu’nun habitusuna denk düşer: Yoksul bir gencin “gitmek” fikrini bile imkânsız görmesi, orta sınıfın “belki burs bulurum” demesi, zenginin “kesin giderim” özgüveni… Bunların tümü sınıfsal habitusun bir sonucudur. “Alan” (champ/field) kavramı ise habitusu destekler. Her toplumsal alan (eğitim, sanat, siyaset, medya vb.) kendi kurallarına sahip bir “oyun sahası”dır. Gençler bu alanlarda yer edinmeye çalışırken farklı güç türlerini (ekonomik sermaye, kültürel sermaye, sosyal sermaye) kullanır. Örneğin “üniversiteler çoğaldı ama eğitimde nitelik azaldı” dediğimiz yer, eğitim alanındaki güç dengesizliğini gösterir. Gençlerin “sisteme tutunma çabası”, aslında kendi habituslarıyla bu alanlarda mücadele etme biçimleridir.
Sosyolojiden faydalanarak yaptığı çalışmalarla bilinen gelişim psikoloğu ve psikanalist Erik Erikson’un kimlik gelişimi kuramı da zihnimi berraklaştırmamda fayda sağladı. Erikson, insan gelişimini sekiz evrede tanımlıyor. Gençlik dönemi (yaklaşık 12-20 yaşları arası), “kimliğe karşı rol karmaşası” evresidir diyor. Bu dönemde birey, “Ben kimim?” sorusuna yanıt arar. Aileden, toplumdan, devletten ve çevreden aldığı geri bildirimlerle kimliğini kurmaya çalışır. Eğer bu arayışta çevresi tarafından desteklenmezse birey rol karmaşası, yabancılaşma veya kimlik dağılması yaşar. Türkiye’de gençlerin “bizi kimse görmüyor”, “sesimiz duyulmuyor” demesi, tam da Erikson’un nokta atışıyla gösterdiği bu evreye denk düşüyor.
Okumalar işin en kolay kısmıydı dedim ya, gerçekten de öyle. Zor kısımlar daha çok, kitaba girecek gençleri seçme aşamalarındaydı. Yaptığım 200’ü geçkin röportajı çok zor eledim. Bir çeşit araştırma şirketi gibi ama tek başıma çalıştım. Ayrıca bir boomer olarak tüm röportajları elle çözdüm, transkript uygulamaları bana göre değil, eski yöntemler daha hızlı çalışmamı sağladı.
Görüşmeler arttıkça, profiller çeşitlendikçe ben de “Türkiye’de, hele de şimdi genç olmak ne zor, ne bel bükücü!” deme noktasına geldim. Örneğin MESEM’li1 gençler konusu kanayan bir yara. “Çocuk işçilik” konusunun önünü yasal olarak açma eylemlerinden biri. Ülkenin ve ailelerin gençleri mahkûm ettiği bu yeni kölelik düzenine isyan ettim. “Kayıt dışı çocuk işçiler” meselesine değen bir örnekle de karşılaşacaksınız kitapta, çünkü gençliğin başladığı yerle çocukluğun bittiği yer birkaç yıl kadar kesişiyor.
Yaşları 15 ila 29 arasında değişen gençlerle konuştum bu kitap için. Hikâyeleri ilham verici veya çok şaşırtıcı olduğu için 30 yaşında iki istisna dışında da bu sınıra sadık kaldım… Gençlik üzerine ahkâm kesmenin basit bir konu olmadığını da bu kitaba çalışırken idrak ettim. Türkiye’de birçok alanda riya alışkanlığı olduğu gibi “gençler bizim en önemli varlığımız, geleceğimizin mimarları” şeklindeki beyanların da yalana yakın olduğuna karar verdiğim noktalarda buldum bazen kendimi. “İhanet” ifadesini hiç sevmem ama illa böyle bir söz kullanılacaksa bu ülkenin gençlerini heder edip salt ucuz iş gücüne indirgeyenler için kullanmayı öneririm. Zira her alanda olduğu gibi, fakirin gencini de limon gibi sıkan bu düzenle gençlerin gözlerinde yeniden karşılaşıyoruz.
Bu ülkede, özellikle de son 20 yılda soruların yanıtsız, sorunların çözümsüz kalmasına alışık olmakla beraber gençlerin de bu durumdan payını eksiksiz aldığını görmeyi çok da içime sindiremedim. Belki de artık anne olduğumdandır, bilemiyorum ama hepsinin söküğünü dikmek, kalan dersine beraber çalışmak, esprisine gülmek, derdiyle dertlenmek, özgürlüğüne hayran olup cesaretsizliğine sırt vermek istedim. Görüştüğüm her gençle gerçek manada duygusal bir bağ kurdum ve her birinin etkisinden günlerce çıkamadım. Anlaşılamayışlarını konuşurken muazzam ilham veren acayip güçlü karakterlerle de, vazgeçmişlerle de, yolu karanlığa sapmışlarla da yeniden ve yeniden yaşadım kendi anlaşılamamış gençliğimi. Evet, belki de en çok duygusu yordu bu çalışmanın beni. Gençlik nedir diye sorulsa direkt umut diye cevap veririm, ama o umudun çok uzağına düşen gençlerle temas etmek, gözlerini kaçırsalar da umutsuzluklarını hissetmek kolay baş edilir duygular değildi. Peki bu gençler yollarını nasıl bulacak? Hayat onlarca olumsuz faktörüyle tepelerindeyken gençler ondan nasıl faydalanacak? Birazdan siz de bu gençlerin bazılarıyla tanışacak ve beni, anlatmaya çalıştığım yorgun duygularımı anlayacaksınız…
Bu kitapta sizleri rakamlara boğmak istemiyorum. Ama belli bir düzeyde de olsa rakamlar üzerinden konuşmadan bu yolu yürümek imkânsız. O yüzden ne olur kızmayın, çünkü meseleyi anlamak için önce o rakamları okudum, o çalışmalardan faydalandım ve bazen de yönümü o rakamlara güvenerek değiştirdim.
Türkiye’de genç olmayı konuşurken özellikle eğitim üzerinde biraz uzun durmak istiyorum. Eğitim alanında büyük bir gerileme, köhneme ve yetersizleşme yaşandığı gözle görülür durumda. Konumuz gençlik olduğu için üniversiteler bazında konuşmak belki daha doğru, muazzam bir okul sayısı artışından ve eğitim kalitesi düşüşünden söz etmek lazım, nitelikli öğretmen bulmanın güçlüğüne de parmak basmak zorundayız. Atanamayan öğretmenler konusu burada da gençlerin her iki yönüyle de sorunu. Öğretmen olanı iş bulamıyor, öğrenci olanı öğretmen bulamıyor desek yanlış bir tespitte bulunmuş olmayız. Bu topraklarda gençlerin başlıca sorunları özgürlükler, haklar, eşitsizlikler ya da yaşamın renkleri gibi görünse de bu çalışmada eğitim sorunu kadar eğitim hakkı sorunu da ön sıralarda yerini aldı benim için. Okumak istemeyen de okumak isteyen de aynı kötü eğitimden geçerek, ulaşabilecekleri en iyi hâllerde olmaktan çok daha uzak bir noktaya savruluyor. Bunu görmek üzücü. Dersleri kötü olsa da çok daha farklı alanlarda özel yetenekleri olan gençlerin fark edilip özen ve ilgiyle onlara mesai harcayacak eğitmenlerle karşılaşabilmeleri ancak bir rüyada mümkün gibi… Kendini bir türlü bulamamış gençlerle konuşurken eğitimde yaşanan “içerik boşluğunun” da, “nitelik yoksunluğunun” da, “gençleri kazanma hedefli öğretmen sorununun” da etkileri kendini hemen ortaya koyuyor. Okumak konusunda doğuştan iyi olan, akademik çocuklar için bile kaliteli eğitime ulaşmak önemli. Herkes ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe gibi okullara girmenin yaşamsal ön koşullarını karşılayamıyor. Herkese yetmiyor burslar, yardımlar, destekler… İlk üçe giren okulların bile eğitimi gün geçtikçe tartışmalı hâle gelirken, kayyum atananlar hızla kalite kaybederken siz bir de diğer üniversiteleri hayal edin.
Sonuçta Türkiye’de siyaset her alanda ve bundan kaçış yok. Siyasetin yarattığı çürüme gençleri de etkisi altına alıyor, bırakır mı? Uyuşturucu kullanımının yaygınlaşması, uyuşturucuya erişimin kolaylığı ve ucuzluğu da onlar için bir sorun. Bir kere bağımlı pozisyonuna düştükten sonra sistemin seni ayağa kaldırmak gibi bir refleksi olmadığı, sana tedavi bile sunmadığı; rehabilite edip yeniden hayata kazandırmayı bırak, aksine seni yok kabul ettiğini öğrendim mesela. Meseleyi daha iyi anlamak üzere, bağımlılıktan mustarip gençlerle de konuştum.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gençler arasında yaygınlaşan “kolay yoldan para kazanma devri” algısı, en az uyuşturucu kadar tehlikeli. O alanda iş yapan gençlerle de görüştüm. Genç kadınların güvenlik sorunlarını, korkarak yaşamalarını, queer bireylerin can pazarında hayatta kalma çabalarını dinlerken bir anne ve bir yetişkin olarak derinden üzüldüm ki konunun yabancısı değilim. LGBTIQ+’lara yaşatılanları gayet iyi biliyorum; okuyorum, yazıyorum ve çıkarılmaya çalışılan yasalarla ben de hop oturup hop kalkıyorum. Ama gencecik biri karşınıza oturup kendisi olmaktan korktuğunu anlatınca bundan yeniden ve yeniden etkilenmemeniz için duygularınızın nasırlaşmış olması gerekiyor. Otoritenin refleksleriyle gençlik çağlarından beri çatışan biri olarak şimdi meseleye yetişkin hâlimle ama bu sefer o gençlerin gözünden bakmak benim de öfkemi tazeledi desem yeridir.
Toplumun ve sistemin gençlerin düştükleri yerde yok oluşlarını izliyor olmasını, gençleri ayağa kaldırıp yeniden yürümeye teşvik etmek yerine üstlerine basan, hatta belki de düşürmeye çalışan bir rol üstlenmesini de tartışmaya açmak isterim mesela. Ve devletin babalığını. Evet, neden Türkiye’de milliyetçi duygulara da iyi gelen genel kanı devletin baba rolünü üstlendiğidir? Gençlerin durumuna bakınca Türkiye’de kabul gören bu babalık figürü çocuklarını var etmeye değil âdeta yok etmeye, beladan uzak tutmaya değil aksine tam ortasına atmaya programlanmış gibi… Ve evet, çok sıkıntılı bir alan. Gençlerin yaralandığı, derdi olan bir alan. Bu sorunlu babalık konusu üzerine de konuşulmalı.
Özgürlükçü birinin gençliğe bakışı nettir aslında. Önleri daima açılmalı, sınırları olmamalı der. Medeni tüm toplumlar böyle yaşıyor, uyguluyor ve hayat bu yönde işliyor. Türkiye’de ise sistem kendinden olmayan, farklı, renkli, değişik, düşünen, konuşan, hakkını isteyen gençleri boğarak yok etmeye yöneliyor. Oysaki bunu tersine çevirmek ve hiç vakit kaybetmeden, gençlerin tüm farklılıklarıyla yeniden var olabilecekleri bir yaşamın yollarına bakmak gerekiyor.
Gençler hayata karşı henüz kas yapma evresindeyken tüm imkânsızlıkların içinde en çok da parasızlığın yükü altında ezilirken, “Türkiye’de gençlerin en büyük sorunu 2025 yılında nedir?” diye sorulsa, ekonomik imkânsızlıklar diye cevap veririm ben… Çünkü gençler de en az ülkenin yetişkin çoğunluğu gibi gelecek endişesiyle dertleniyor, yaşama madden tutunmaya çalışıyor; iş bulma mücadelesinin yanında, karın tokluğu savaşı veriyor. Pek çok genç gelecekten umudunu neredeyse kesmiş. “Ne olacağım?”, “Nerede olacağım?” soruları birçok kentte, birçok evde cevapsız kalmış durumda. Amacın silikleştiği, önünü görememenin sıradanlaştığı ve para kazanmanın imkânsızlaştığı bir Türkiye gençliğinden söz ediyoruz. Çoğu genç, çocukluğundan beri hayalini kurduğu mesleği değil, iş bulma garantisi veren meslekleri seçmek zorunda olduğunu düşünüyor. Çocuklukta hayali kurulan meslekler nedir mesela? Öğretmenliktir, artık sözün gerisini getirmeme gerek yok bence…
Derin Yoksulluk Ağı’nın gençler ve eğitim üzerine yaptığı “Yoksulluk Koşullarında Eğitim: 2024 Türkiye’sinden Portreler” saha araştırmasının sonuç raporundan ilgili bir bölümü paylaşma gerekliliği hissediyorum:
“Genç yoksulluğu sadece gelir azlığıyla değil; okula gitmeyle, dijital eğitime erişimle, beslenme ve hijyen koşullarıyla, materyal eksikliğiyle de iç içe. Gençler, özellikle dezavantajlı bölgelerde, bu ücretli-ücretsiz farklarla, imkân eşitsizliğiyle sınanıyor; eğitim sürecine başlarken bile başlangıç şartları farklı olabiliyor. Temel ihtiyaçları karşılanmayan hane/çocuk, eğitim motivasyonunda da devamında da olumsuz etkileniyor.” Derin Yoksulluk Ağı’nın çalışmasında bahsettiği sorunu yaşayan; yemeği, kalemi olmadığı için utanan ve artık okula gitmek istemediği için çalışmaya başlayan, geceleri kâğıt toplayan çocuklarla, gençlerle tanıştım. Onların hiçbiri yapılan araştırmalarda ortaya çıkan sayılar değildi, genellemeler hiç değildi. Her biri capcanlı karşınızda duran çocuklardı. Oysaki okula götürecek yemeği olmadığı için utanan bir çocuk, sadece bir çocuk bile asıl bu ülkenin en büyük utanma sebebi olmalı, olmalıydı… Ama devlet “parası yoksa işe verin” aklı veriyor bu durumdaki ailelere ve gençler kaçınılmaz bir şekilde, hızla ve sayıları artarak eğitim hayatına veda ediyor.
Türkiye’de genç olmak dediğinizde işin içine birçok farklı alan da giriyor. Göç de bunlardan biri. Göç ve gençlik üzerine faydalı çalışmalar elbette var, ama sayıca az. Dünyada ve özellikle de ülkemizde çok sayıda genç mülteci, sığınmacı ve göçmen bulunmasına rağmen bu konuya gösterilen ilgi yetersiz. İlerleyen sayfalarda mülteci bir gençle söyleşimizi okuyacaksınız. Çok zor ikna ettim kendisini, ülkede bir nefret unsuru olduklarını düşünüyor ve kimseyle böylesi konularda temas etmek istemiyorlar. Mülteci gençler üzerine yapılan, kaynak olabilecek nitelikte bulabildiğim tek çalışmaysa, Türkiye’nin en büyük STK’sı olan Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın (TOG) Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu UNFPA ile yaptığı ortak çalışma.2 Maalesef 2022 yılından, yani güncel sayılmaz, ama Türkiye’deki mülteci gençlerin yaşadıklarına dair somut ipuçları veriyor. Önemsenmesi gereken bir konu bu. Savaş mağduru bu gençleri ülkenize alıyorsanız, onlara insani yaşam koşulları sunmanız gerekir. Toplumun da devletlerin de bu konuda birbirinden çok farklı olmadığını biliyorum ve o sebeple de paylaşmak istiyorum: İzmir, Hatay, Diyarbakır, Ankara ekseninde yapılan çalışmanın sonucuna göre genç mültecilerin yüzde 65’i eğitimine devam edemiyor. Nedeni çoğunlukla ekonomik zorluk ve dil bariyeri. Çoğu kayıt dışı çalışıyor. yüzde 70’inin sosyal güvencesi yok. Kadınlar çok daha kırılgan durumda. Umutsuzluk ve “geleceğini görememe” hissi çok yaygın. Özellikle ergen yaş grubu –ne çocuk ne yetişkin aralığında olanlar– kendilerini bir yere sıkışmış hissediyor. Türk akranlarla temas düşük; ancak iletişim kurabildiklerinde aidiyet hissi artıyor. Genç kadın mülteciler hem ev içi yükümlülükler hem de güvenlik kaygıları nedeniyle sosyal yaşamdan daha fazla kaçınıyor.”
Görüldüğü üzere araştırmalar da karamsar atmosferi farklı etnik gruplar üzerinden kanıtlıyor, koşullar farklı olsa da “Türkiye’de genç olmak” olgusu üzerinden ortak bir paydayı tanımlamış oluyor.
Ülkemize göç edenlerin yanında ülkemizden gitmek isteyenler de tabii ki var. Eğitime dair beklentilerin karşılanmaması ve ekonomik endişeler ülkemizde gençleri dış göçe, yurt dışında bir yaşam arayışına yönlendiriyor. “Çok parlak” gençler zaten gidiyordu, ama artık eğitimde tutunamayanlar da karın tokluğuna göçü düşünüyor. Bu bağlamda yapılan bazı çalışmaların sonuçları önemli. Konrad-Adenauer Stiftung ve Hacettepe Üniversitesi’nin “Türkiye Gençlik Araştırması 2021”, 18‑25 yaşları arasında 3.243 genç ile görüşerek, gençlerin yüzde 62,8’inin “Türkiye’nin geleceğini iyi görmediğini,” yüzde 72,9’unun “fırsat verilse başka bir ülkeye yerleşmeyi düşündüğünü” ortaya koymuş. Friedrich‑Ebert‑Stiftung’ın “2024 Gençlik Araştırması” gençlerin demokratik haklara önem verdiğini ama mevcut baskı hissinin yüksek olduğunu; dışarıya göç, eşitsizlik gibi temaların gençler tarafından güçlü biçimde algılandığını gösteriyor. Yine Hacettepe Üniversitesi ve UNFPA’nın “2023 Türkiye Gençlik Araştırması” (Nitel), 15‑24 yaş aralığındaki gençlerin eğitime erişim, yaşam koşulları gibi somut sıkıntılarının yanı sıra motivasyon, gelecek kaygısı gibi duygusal/perspektifsel sorunlarla da baş etmek zorunda kaldığını söylüyor.
“Öğretmenlerin Gözünden Eğitimde Kalite Sorunsalı” (2023) isimli bir diğer araştırma da ülkemizdeki eğitim sistemine dair bir resim ortaya koyuyor. Öğretmenlerin ve öğretmen adaylarının yeterli saha tecrübesi kazanamadığını; öğretmen seçimi süreçlerinin, meslek içi eğitimlerin, kaynakların ve fiziki‑mali altyapının yetersiz olduğunu bildiriyor.
Elbette ki gençler de aldıkları eğitimi yetersiz görüyor. “Okumuş olmak için okumak”, geçer not almak için ezberlemek; pratiğin, yaratıcı düşüncenin, eleştirel bakışın olmaması yaygın şikâyetler arasında. Okulların fiziki koşulları, öğretim materyalleri, öğrenci‑öğretmen oranları, öğretmen eğitimi gibi birçok alanda dramatik düzeyde eksiklikler var.
Kültürel faaliyetler konusunda da –büyük şehirlerdekiler dışında– gençler kendilerini “ihmal edilmiş” hissediyor. İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa gibi şehirlerde tiyatro, konser, sergi, spor kulübü, atölye gibi etkinliklere ulaşmak, pek azı ücretsiz olsa da mümkün. Ama küçük kentlerde yok denecek kadar az. Medeni ülkelerdeki yaşıtları ile eşit seviyede bir kültür sanata erişim hakkının olmaması, yaratıcılığı tetikleyen/üretime yönlendiren faaliyetlerin eksikliği, ilgi alanlarını bulup onların üzerine eğilecek bir ortamın sunulamaması gençlerin “boş zaman”larını dijital medya tüketimiyle geçirmesine neden oluyor ki bu da gayet anlaşılır. Görüştüğüm gençlerden sayıca azımsanamayacak kadarı “kültürel” anlamda dijital medyaya mahkûm olduklarını anlatıyordu. İş ararken hazırlayacakları dosyalara kendilerini diğer adaylardan ayıracak donanımlara, özel ilgi alanlarına, sosyal faaliyetlere sahip olamadıkları için hiçbir şey yazamadıklarından, oysa bunların olması gereken en temel haklar olduklarından dem vuruyorlardı.
diyor gençler!
Peki Türkiye bu beklentideki gençlere ne veriyor? Yetersiz altyapı, yetersiz imkân, rehberlik, yetersiz eğitim, yetersiz güvenlik, yetersiz haklar ve hâliyle belirsizlik, amaçsızlık duygusu, korku, endişe, ait hissetmeme, görülmediğini, kıymetli olmadığını düşünme… Az önce de söyledim, gençler adına tüm olumsuzlukların üzerine binen ve her gün ağırlığı daha da hissedilen ekonomik koşulları artık listenin en başına koyma zamanı! Zira ekonomik durumun içler acısı hâli gençlerin belini daha hayat başlamadan kırıyor.
İşte bu noktada fırsatını bulan genç yurt dışına yöneliyor; eğitimini ya da iş hayatını yurt dışında kurmayı hem bir kaçış hem de bir umut stratejisi olarak görüyor. Sosyoekonomik gerçekler de burada devreye giriyor. Ailesinin durumu iyi olan gençler zaten daha kendileri için endişelenecek, ülkenin yetersizliklerinden dertlenecek yaşa gelmeden, orta okul çağında yurt dışına gönderiliyor. Bunu, lisede gönderen aileler ve daha ilk okuldan “bizim çocuk zaten yurt dışında devam edecek eğitimine” diyerek üniversitede gönderenler takip ediyor. Cebinde parası olana bunu sağlamak bazen çok daha kolay, çünkü ne acı ki yurt dışında, Türkiye’de ödenen özel okul fiyatının çok daha altında ücretlerle kaliteli eğitime ulaşabiliyorlar.
Çocuğunu kursa, dershaneye, özel okula yollayabilmek için dişinden tırnağından ve hatta belki yemeğinden kısıp çocuklarını okutanlar da var. Onlar da şayet çocuk çok başarılıysa tırnaklarıyla kazıya kazıya yurt dışında iyi okullardan burs alabiliyor, kendi çabalarıyla bir staj dönemi yaratıp ancak o sayede kalıcı bir işe dönüştürebiliyorlar. Ama yurt dışında iş imkânı hele de Türkiye’den bir gence hiç de o kadar kolay sunulmuyor. Staj bulanlar şanslı, onu işe çevirebilenler ise çok nadir. Bunların dışında kalan ve gitmek isteyenler için koşullar her gün daha da zorlaşıyor. Okul seçeneği olmayan, çalışırım, akrabaların yanında ayakta kalırım diyenler de öyle kolayca gidemiyor artık, zira eskiye nazaran büyük bir vize sorunu var ki o da yine bu konuyla ilişkili. Ezcümle, anadan babadan zengin olmayan gençler için de gitmek artık hayli zor. Ancak bir garantör, sponsor, ülkede bol miktarda taşınmaz veya “yetenek vizeleri”ne başvuracak bir meziyet, ünlülük ya da iltica gibi durumlarla mümkün oluyor. Vize reddi ve yaş grubu üzerine yapılmış genel bir çalışma olmasa da 2024’te 11,7 milyon Türkiye vatandaşının Schengen vizesi başvurusu yaptığı ve bunun 9,7 milyonuna vize verildiği bilgisine açık kaynaklardan ulaşabiliyoruz.
Diğer yandan “gençler için ülkeden gitmek” konusunda yapılmış güvenilir araştırmalar var. Bunlara da burada yer vermek isterim. Örneğin İstanbul Politikalar Merkezi-Sabancı Üniversitesi (İPM) & Stiftung Mercator tarafından yayınlanan “Türkiye’de Gençlerin Yurt Dışında Yaşama İsteği: Son Dönemde Yapılan Gençlik Anketlerinin Bir Analizi” (Mart 2024). Bu çalışma, Türkiye’de gençlerin, “İmkân olsa başka bir ülkede yaşamak ister miydin?” sorusuna verdikleri yanıtları farklı anketlerle analiz ediyor. Örneğin bir ankette bu soruya yüzde 62,5 oranında genç “evet” cevabı vermiş. Bu çalışmada gençlerin yurt dışında yaşama isteğinin başlıca nedenleri arasında “yaşam koşullarını iyileştirme” (yüzde ~32,4), “daha özgür bir ortam” algısı (yüzde ~17,6) olduğu belirtiliyor. Youth Study Türkiye 2024 (Friedrich Ebert Stiftung bünyesinde), Türkiye’yi de kapsayan Güneydoğu Avrupa Bölgesi Gençlik Çalışması incelendiğinde, Türkiye’deki gençlerin “ülkeden çıkmayı/başka bir ülkeye taşınmayı” ciddi bir seçenek olarak gördüğü sonucuna varılmış: “Türkiye, gençler arasında göç etme arzusunun en güçlü olduğu üçüncü ülke” olarak değerlendirilmiş. Tüm bunların yanında TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine göre 2023 yılında Türkiye’den yurt dışına göç eden Türk vatandaşların sayısı 291,377. Bu bilgide kaçının genç olduğuna yer verilmemiş.
Açıkçası bu konuda görüştüğüm gençler beni epey şaşırttı. Benim bile zaman zaman kaçıp gitmek lazım diye düşündüğüm bir iklimde, görüştüğüm gençlerde yurtseverliği çok yüksek boyutlarda hissettim… Gençler çoğunlukla yurt dışında donanım kazanıp ülkesine geri dönmek istiyor. Yurt dışını bir dönem, bir süreç, bir aşama gibi görüyor; “Giderim, sonra da döner ve bir fayda sağlarım,” diyor. Ancak kimliğini açık ve özgür yaşayamayan LGBTIQ+ bireyler için durum farklı. Aralarında güvenlik gerekçesiyle gitmek isteyen ve ülke bu alanda değişim kazanmadan dönmek istemeyen çok. Aynı şekilde, ekonomik durumu çok vahim olanlar da burada “fakir olmak = insan olmamak” anlamına geldiği için gelişmiş bir ülkede “tuvalet bile temizlesem yine de orada kalır, en azından insanca muamele görürüm,” diyor.
Türkiye’de genç olmak, bugünün dünyasında “umut”tan ziyade “belirsizlik”le yoğrulan bir mücadeleyi temsil ediyor. Genç nüfusun büyük çoğunluğu, siyasi atmosferin baskısı, ekonomik istikrarsızlık, eğitim sistemindeki yapısal sorunlar ve kültürel olanakların sınırlılığı arasında kendi geleceğini kurmaya çalışıyor. “Nereye gidiyorum?”, “Yarın ne olacak?”, “Okumak mı, çalışmak mı?” gibi sorular, lise sıralarında, üniversite sınavlarında, iş görüşmelerinde ve aile baskılarında sıradan hâle gelmiş durumda. Görüştüğüm gençlerden biri, üniversite sınavına yeni girmiş, sonuçları bekliyordu. “Sorular çalınmadıysa iyi bir puan bekliyorum,” dedi. Bir öğrencinin, soruların çalınacağına ya da çalındığına dair somut bir delil olmasa bile tüm gelecek endişeleri arasında bir de sisteme olan güvensizliğiyle mücadele etmesinin ne kadar büyük bir haksızlık olduğunu düşündüm.
Tüm hayatları siyasetin konusu olan bu gençliğin siyasete yaklaşımı için şunu söyleyebiliriz, kısmi olsa da çoğu gündemi takip ediyor. Yurt dışını düşünenlerin çoğu gitmek ama ekonomik iyileşme, özgürleşme söz konusu olduğunda da geri dönmek istiyor. Özgürlükçü gençlerin “yönetimden beklentisizlik” veya “seslerinin duyulmayacağı” hissi, “bizi zaten sevmiyorlar, istemiyorlar” duygusuna kadar varabiliyor… Bazıları da kalıp ülkeye faydalı olmak için inat etmek gerektiği görüşünde, ama ikisinin arasındaki oran asla çok da açık değil, aksine iç içe geçmiş gibi. Bu çalışmada beni en çok şaşırtanlardan biri de itiraf etmeliyim ki bu. Muhafazakâr ailelere mensup olanlar ise yine şaşırtıcı ama daha fazla özgürlük, yaşam hakkı ve yüksek beklentilere ulaşma konusunda direkt yurt dışını tercih ediyor. Politik katılım, temel demokratik haklar, cinsiyet eşitliği ve özgürlükler konusunda yüksek bir bilinç var; fakat bu beklentiler çoğu zaman baskı, sansür, ayrımcılık, ideolojik farklılık veya bir şiddet öyküsü nedeniyle içe kapanma ya da alternatif ifade biçimlerine yönelmeye evriliyor. Aktif siyasete girmek isteyen, bunu idealize eden genç yok denecek kadar az desem yeri.
Bu noktada yine biraz rakamlardan söz etmek ve gençleri siyasetin, gündemin nasıl etkilediğine bakmak gerekiyor. Bu manada çok değerli bir çalışma daha var önümde. FES Youth Study Türkiye adına 2024 yılında Demet Lüküslü ve Begüm Uzun’un 14-29 yaş aralığı üzerinde yaptıkları çalışmanın sonuç özeti şu şekilde: Türkiye, bölgedeki ülkeler arasında siyasete ilgisi en yüksek gençlere sahip ülkelerden biri olarak görünüyor. Gençlerin hükümete olan güveni yüzde 26 düzeyinde. “Demokrasi iyi bir yönetim biçimidir” ifadesine yüzde 65 oranında katılım var. 2023 seçimlerinde olumsuz kampanya söylemlerinden etkilendiğini söyleyenlerin oranı yüzde 49. Gençlere göre önümüzdeki 10 yılın başlıca sorunları: işsizlik yüzde 64,8, yolsuzluk yüzde 54,9, eşitsizlik yüzde 54,8 ve göç yüzde 54,6. Bu alandaki diğer bir çalışma da KONDA’nın 2024 yılında 18-30 yaş arası gençlerle yaptığı ve “GoFor / Gençlerin Politik Tercihleri” adını verdiği bir saha çalışması. Bu çalışmaya göre “kararsızım” + “oy kullanmam” diyenlerin toplamı yüzde 46,1 (bu da siyasal yönelişin hâlâ akışkan olduğuna işaret ediyor). Reuters Institute’un dijital haberciliğe ilişkin bir çalışmasına göre ise Türkiye’de çevrimiçi politik haber paylaşanların oranı yüzde 44 ile gençler. Bu da bize gençlerin güncel politikaya bakışları konusunda bir ışık tutuyor.
Bu veriler ışığında, “Türkiye gençlerine ne vadediyor?” ve “Gençler Türkiye’den ne istiyor?” sorularını bir daha önümüze alırsak ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor:
Gençler ne istiyor?
– Fırsat eşitliği (ekonomik açıdan, bölgesel açıdan, cinsiyet, tercihler, özgürlükler ve imkânlar açısından).
– Kaliteli, sorgulayıcı, yenilikçi bir eğitim (ezber odaklı eğitim istenmiyor).
– Kültürel ve yaratıcı kendini ifade alanları.
– Güvenli, öngörülebilir bir gelecek imkânı.
– Kendini tanımasına ve anlamasına, hatta yol bulmasına yardımcı olacak bir eğitim kadrosu.
– Seslerinin duyulduğu, katılımlarının mümkün olduğu siyasi ve toplumsal ortam.
– Yaşam standartlarının yükseltildiği, temel ihtiyaçlarının karşılandığı ekonomik bir düzen.
Gençler ne alıyor?
– Yetersiz altyapı.
– Eğitimde kalite düşüklüğü, sınav odaklılık, öğretmen yetersizliği.
– Kültürel, sanatsal kuraklık.
– Geleceğe dair belirsizlik; işsizliğin gölgesi, ekonomik kriz, yaşam maliyetleri.
– Göçü bir seçenek hâline getiren sistem.
Söylediğim gibi sizi verilere, akademik çalışmalara boğmak istemiyorum. Ama elbette gençliği iş bulma korkusuna ve hemen ardından da “okuyacaksın da ne olacak” fikriyle eğitim hayatından kopuşa sürükleyen nedenler var ve gençler de aileleri de bu şekilde düşünmekte çok haksız sayılmazlar. Bu çalışma süresince benim kişisel gözlemim, okuyacak kadar imkânı olanların arasında dahi eğitimden kopuşların arttığı şeklinde oldu. Burada “okuyacak kadar imkân” vurgusunu özellikle yaptım, çünkü Türkiye’de eğitim hakkı içinde beslenme, giyinme ve ulaşım yer almıyor. TGA‑2023 (Türkiye Gençlik Araştırması 2023) verilerine göre, 15‑24 yaş grubundaki gençlerin yüzde 20’si ne eğitimde ne de istihdamda. Bu oran kadınlarda çok daha yüksek, genç kadınların yaklaşık üçte biri bu durumda. Aynı araştırma, gençlerin yüzde 17’sinin eğitim düzeyinin ortaokul ya da daha altında olduğunu; üniversite öğrencisi ya da mezunu gençlerin toplamının ise ancak yüzde 23 oranında olduğunu gösteriyor. Araştırmaya göre gençlerin yaklaşık yüzde 44’ünün kendine ait bir odası yok; ev koşullarının ve hane geçim düzeyinin eğitime devam etmede, ders çalışmada belirleyici olduğu görülüyor.
Friedrich‑Ebert‑Stiftung’ın Türkiye Gençlik Araştırması ise 2024’te, gençlerin büyük çoğunluğunun (özellikle kadınların) eğitim kalitesinden memnun olmadığını; yaşam memnuniyeti ve gelecek beklentileri açısından Türkiye’nin, benzer ülkeler içinde en kötümser gençlik gruplarına sahip ülkeler arasında yer aldığını belirtiyor. Son günlerde sıklıkla duyduğumuz “mecburi eğitim dönemini kısaltma”, “ders sayısını azaltma”, “hayat boyu öğrenmenin önünü açma” gibi kavramlar okul süresi ya da ders saati eksiltmekten ziyade içeriğin boşaltılmasına, derinliğin azalmasına ve lise mezunu iş güçleri yaratmaya yarıyor. Bu konuyu önemsemek ve bunlara bir çözüm aramak gerektiği görüşündeyim.
Evet, çok konuştum! Şimdi sözü onlara, yani gençlere bırakmak istiyorum. “Türkiye’de genç olmak” kulakta ne kadar “çoğul” tınlıyorsa da aslında bu olgu tamamen tek başına deneyimlenen bir yolculuk. Şimdi o yolculuğun nasıl zorlu bir varoluş mücadelesi olduğunu ben değil kendileri anlatacak size.
Hepimizin çoktan unuttuklarını hatırlatacaklar belki.
Belki ortak bir sırda, belki ortak bir korkuda yakalayacaklar sizi.
Hepsi biricik, her biri alabildiğine özgür yaşamayı hak eden gençler.
Türkiye’nin farklı koordinatlarında, bambaşka evlerde, bambaşka kültürlerde, farklı âdetlerle, farklı aile dinamikleriyle büyümüş, farklı hikâyelerle yoğrulmuş gençler…
Aralarında çok zengini de var, çok fakiri de. Okurken çalışanı da var, parasızlıktan okulu bırakanı da…
Kürdü de var, Türkü de var, mültecisi de var…
Kadın olduğu için korkarak yaşamaya çalışanı da var.
Cinsel kimliğini saklamak için iki farklı hayat yaşayanı da…
Yaşadığının adını koyabileni de var koyamayanı da.
Sadece karnını doyurabilmeyi düşüneni de var büyük hayalleri olanı da…
Kimi alabildiğine cesaret öyküsü kimi korkmuş, sinmiş bir kedi yavrusu…
Buraya kadar sizi çok sıkmadan bir harita çizmeye çalıştım. Şimdi o haritanın sokaklarına iniyoruz beraberce. Buradaki görüşmeler bir anketin çoktan seçmeli yanıtlarına sığmayacak, bir grafikle özetlenemeyecek ayrıntılardan oluşuyor. Her biri, aynı ülkenin farklı iklimleri. Her biri aynı ülkenin ortak çilekeşi. Her biri, aynı ülkenin farklı sesi.
Röportajların diline elimden geldiğince müdahale etmemeye çalıştım, sadece okurken yoracağını düşündüğüm kelime tekrarlarını temizlemeye özen gösterdim. Gençlerin kendi ifade biçimleriyle karşınızda olmalarını gözeterek kelimelerine mümkün olduğunca dokunmadan, yalnızca akışı ve gizliliği gözeten editoryal müdahaleler yaptım. Kimlik çok belli oluyorsa inisiyatif alarak makas attım. İsimleri, ilçeleri ve kurumları kimlik ve güvenlik hassasiyetleri doğrultusunda kimi yerde genelleştirdim, kimi yerdeyse bilgileri koruyarak verdim. Çünkü bazen, örneğin “23 yaşında Kars Sarıkamış doğumlu, İstanbul’da bir üniversite öğrencisi, sarışın bir erkek” çok genel bir bilgi gibi gelse de sırf bu bilgiler bile o kişinin tanınmasını kolaylaştırabilir. Bu nedenle bazı gençlerin yaşını, bazılarının okulunu, bazılarının ilçesini yazmadım, gizledim.
Burada şu notu da düşmeliyim; aslında suça bulaşmış gençlerle de konuşmak istedim ancak para karşılığı bu röportajı vereceğini söyleyenler oldu veya anlattığı hikâyelerin gerçekliğine inanmadıklarım. O yüzden çok istememe rağmen çetelerde aktif görev alan bir genç yok kitapta.
Her bir metin, “örnek” olmanın ötesinde, kendine ait bir dünya aynı zamanda. Yan yana geldiklerinde de bir ülke fotoğrafını yaratacaklar zihninizde. Okurken aklınızda tutmanızı önerdiğim bir şey var: Bu gençlerin hepsinin ortak bir özelliği var, o da bir şekilde hayata tutunma çabası.
Onlar kimimize göre çocuklar daha, ama bakalım içine doğdukları ülkede nasıl bir hayat yaşıyorlar…
* * *
II. Bölüm
Gençler Konuşuyor
“Çoğu arkadaşım ev genci, evde oturuyorlar.”
“İstanbul’da şoför kapımda bekliyor ama Londra’da evimi kendim temizliyorum.”
21 yaşındayım ama inanır mısınız kendimi 40 yaşında gibi hissediyorum.
Londra’da moda, medya ve iletişim bölümünde okuyorum.
Babam başta bu bölümü okumamı hiç istemedi. “Gerçek bir iş öğren! Ne o öyle uyduruk bir bölüm!” dedi. Hep derim, bizim ailede herkes para kazanmayı biliyor, kimse hayatını kazanmayı bilmiyor diye. Londra’yı tercih etmemdeki sebep İstanbul’un, oradaki hayatın, insanların ve çevremin beni boğuyor olmasıydı. Her yerde tanıdık, her an “aman ne derler” baskısı, evde sürekli bir “ne yaparsan yap aman bizi rezil etme” tavrı. “Statünü koruman” her şeyden önemlidir algısı.
Hayatın gerçek tarafına dokunmadan, aşırı yüzeysel ve suni, lüks içinde ama ilerleyemeyen, yerinde sayan, başının sonunun ne olacağı belli bir ömür, mahkûmiyet demek benim için.
Mesela bir aşamada “marka bir evlilik” yapmak zorundasın, öyle aşk evliliği filan tanımaz kimse. Zaten müsaade etmeyecekleri gibi hastalanır, yataklara düşerler hemen. Hele annem, kadın beni resmen bebekliğimden beri bu konuda beynimi yıkayarak yetiştirdi. “Sen bir markasın, marka bir soyadıyla eşleşmelisin.” Marka dedikleri şeyler veya kişiler beni cezbetmedi ama.
Farklıydım ben hep, belki de bu ailenin ve bu ortamın aykırısı olarak dünyaya geldim, bilmiyorum. Kimse de beni anlayamadı, tanıyamadı zaten.
En iyi yorumları, “aman deli kız, âlem kız” filan olurdu, o da işte benim onlara uymayan hâllerimi sevimli bir şekilde tanımlama çabaları…
Ben daha çok küçük yaşta “uygun bulunmayan” arkadaşlıklara meraklıydım mesela. 6-7 yaşlarındayken bizim evin bahçıvanının benimle yaşıt kızıyla oynamaktan, onların kaldığı müştemilata gitmekten, onunla, kardeşleriyle ve annesiyle zaman geçirmekten hoşlanırdım.
Defalarca yakalanmış, onlara belli etmeden eve çağrılmış ve evde çok sert konuşmaların sonucunda oraya bir daha gitmemin yasaklanması beni hiç durdurmamıştı.
“Bizim kızımız bitli müstahdem çocuklarıyla oynayamaz,” derdi annem böyle apaçık, hiç utanmadan.
Şimdi bakıyorum da ona beslediğim duyguların bu kadar zayıf olmasının nedenlerini tanımlayabiliyorum.
Küçükken sadece utanırdım annemin tepkilerinden, anlayamazdım neden utandığımı da.
“Bizim kızımız şunu yapamaz, bunu yapamaz,” söylemleriyle geçti çocukluğum.
Londra’da kimse benim kimin kızı olduğumu umursamıyor.
İlk defa aile kimliğimle kapıları açamıyorum ve bir ömür içten içe taşıdığım “kendinden utanma” duygusunu hissetmeden yaşıyorum burada.
Asla ailemin ve çevresinin gideceği yerlere gitmiyorum, beni tanıyan kimseyle karşılaşmadan yaşıyorum.
Özgürüm, kendimim ama itiraf etmeliyim ki bu defa da yalnızım. Yalnızlık çekiyorum biraz…
Ama sorarsanız özgürlük mü yalnızlık mı diye, özgürlüğümü seçerim.
Zaten ailemle de ilişkilerim hiç normal, bilindik ailelerde olduğu gibi değil.
Anlatması zor ama kredi kartlarımın limitinin yükseltilmesi talebim kadar samimi, harcamalarımın yüksekliğine dair söylenmeleri kadar ilişkilerimiz.
Babam her aradığında okulun, stajın, edindiğim yeni becerilerin nasıl gittiğini sorar ama asla “nasılsın” demez mesela.
Annemse çok kilo aldım mı, saç rengimin tonunu tutturabildi mi kuaför diye sorar, “Bizimki orada şube açtı dedim sana, neden ona gitmedin!” der, sonra yeni biriyle tanışıp tanışmadığımı, akıllı olursam kraliyet ailesinin bir üyesiyle bile evlenebileceğimi anlatır ve kapatır telefonu.
Onlar için ben sadece bir fotoğrafım, salonlarına koydukları ve görenlere gururla bahsettikleri bir fotoğraf. Güzel olmam, pırıl pırıl görünmem, seviyeli ve düzgün biri olarak algılanmam, şık ve modaya uygun giyinmem, arkadaşlarımı “kendi seviyeme göre” seçmem yeterli.
Boş zamanım olmamalıdır mesela benim, çünkü hep dolu olmasam bile en azından öyle gibi görünmem gerekir.
Annem aradığında evde pinekliyorsam sinir krizi geçirir gibi bir tonla o an yaşadığım şehirdeki tüm organizasyonlara davetli olmam gerektiğini ve bunlara kesinlikle en güzel hâlimle katılmam gerektiğini söyler durur. Sosyetiklerden siyasetçilere, ünlü sanat insanlarına kadar şahane bir sosyal ağ kurmaktır ona göre benim bu hayattaki varlık sebebim.
Beğenmediğimle görüşmeme özgürlüğüm olmadı hiç. Herkes beğeniyorsa, ailesi önemli birileriyse mesela, ben de beğenmek ve arkadaşlık etmek zorundayımdır.
Sevdiğim, yanında kendimi olduğum gibi ve rahat hissettiğim bir tane bile çocukluk arkadaşım yoktur misal.
Sorsan anneme, örneğin ben bu hayatta ne severim, fikri bile yoktur, kendi sevdiklerini sayar. Ama ben sana gerçekten en sevdiğim, bana kendimi evimde hissettiren şeylerden birinin şöyle güzel bir ev yapımı domates salçasını sıcacık, fırından yeni çıkmış bir dilim ekmeğe sürüp yemek olduğunu söylesem, belki sen de bana inanmazsın. Çalışanlarımızın kızıyla yine yasakları delerek takıldığım bir yaz günü, onların evine gittiğimde görmüştüm ilkin böyle bir şey yendiğini. Galiba aradığım duyguyu bir şekilde o evde, o ailede buluyordum.
Şimdi de sokaklarda gece tek başıma dolaşmak beni rahatlatıyor.
Yalnızlık ve sessizlik içinde, mecburiyetlerden ve baskılardan uzak, tanınmadan, amaçsızca yürümek… Bazen kamburumu çıkararak, bazen ayakkabılarımın arkasına basarak, bazen sallanarak yürüyorum.
Annemin, “Duruşuna dikkat et, oturuşuna dikkat et, öyle yürünmez, önce parmak ucu sonra topuk değecek yere,” sesleri aklıma her geldiğinde aksi bir davranış sergileyerek kendime geliyorum desem?
Buraya geldiklerinde bende kalamasınlar diye tek odalı, tek banyolu bir ev tuttum kendime. Annemin asla kalmayacağı bir ev. Geldiklerinde otelde kalıyorlar ve bir yemek yedikten sonra bahaneler uydurup kaçabiliyorum onlardan.
Bir dünya insanı olmak istiyorum.
Biraz daha alışsınlar, buradan Amerika’ya, yani iyice uzağa taşınmayı hedefliyorum. İyi bir üniversitenin yüksek lisans programına kabul edilmek hiç de zor olmaz benim için. O iş için ailemin adını kullanmaktan da çekinmem.
Burada tanıştığım insanlarla arkadaşlık ediyorum, yemeklere gidiyorum ama onlara ailemden asla bahsetmiyorum. Zaten İstanbul’daki gibi uyduruk konulardan konuşan insanlar değiller.
İklim, göç, kimlik, savaşlar, ekonomik kriz, Trump hakkında filan konuşuyoruz.
Beğendiğimiz erkeklerden bahsediyoruz, kimse de sormuyor soyadı ne, ailesi kim, banka hesapları nasıl diye…
Herhâlde böyle şeylerden bahsetsem tiksinir, görüşmezler benimle.
Bazen trene binip Paris’e gidiyoruz, bohemin dibini yaşıyor, sokaklarda sarhoş sarhoş, taşkınlıklar yaparak dolaşıyoruz.
Burada mesela toplumsal olaylara duyarlı olmayı öğrendim.
Bize, bana ait olmayan sorunlarla ilgilenmek, onlara kafa yormak hoşuma gitti.
Geçenlerde, burada yaşayan Türk grupların Filistin’e destek yürüyüşü düzenlediğini duydum.
Gitmeyi düşünmedim bile. Fakat baktım tüm arkadaşlarım gidiyor, utandım biraz ve kalktım ben de gittim. Ve inanır mısın kendimi çok farklı hissettim. Eskiden kendimden başka kimse için bir şey yapmıyormuşum aslında mesela, onu fark ettim. Artık öyle olmayı da kendime yakıştıramıyorum.
Londra’da okulun temizlikçileri maaşlarını alamadıkları için eylem yapıyordu mesela. Hiç düşünmeden aralarına katıldım. O kadınlar bizim hiç de titiz kullanmadığımız tuvaletleri temizliyor, düşünsene. Şimdi nerede bir haksızlığa karşı protesto görsem asla yanlarından geçip gitmiyorum, onlara destek veriyorum.
Bir yanım İstanbul’da, şoförler, temizlikçiler, aşçılar. Açıkçası kıyafetlerimiz kuru temizlemeden başka şekilde temizlenmez… Gördüğüm bu benim, yaşadığım da bu.
Burada ise hayatla tanıştım. Burada temizlikçi, gündelikçi kültürü pek yok. Hatta ayıplanırsın bile öyle her işini birilerine yaptırırsan. Medeniyetsiz bulunursun.
Herkes kendi evininin işini yapıyor mesela. Ben annemi hayatımda hiç çöpü çıkarırken, yeri süpürürken görmedim ki. Ben de o tarz işleri burada kıra döke öğrendim.
Artık İstanbul’a her geldiğimde değiştiğimi fark ediyorum. Bir yandan Bebek’te latte yudumlarken şoför abim (ki kendisi 8 yaşımdan beridir benimle) kapıda bekliyor. Öbür yanda aynı sokakta battaniyeye sarılmış insanlar var, açlık ve sefaletten dileniyor, para istiyorlar ama vermiyoruz, onlarla göz teması kurmaktan kaçıyoruz.
Oysa elimizdekini biraz paylaşabiliriz. Ama buna da toplumsal izin yok. “Ay sakın para verme, onlar dolandırıcı!” diye yiyorsun tepkiyi hemen.
Benim temelli dönmem artık zor. Anca tatilden tatile. O da her tatilde değil.
“Eskiden bilmedikleri için bizi görmediklerini düşünürdüm ve kıskanırdım imkânlarını.
Şimdi bakmadıkları için görmediklerini biliyorum. Yok sayıyorlar.”
Ben 13 yaşındaydım MESEM’e başladığımda. Ortaokul biter bitmez.
Aslında o zaman daha çocuktum ama başka çare yoktu.
Babam o sene işsiz kaldı, annem temizliklere gidiyordu, eve gerçekten ekmek zor giriyordu. Bir sabah annem, “Oğlum bari işe gir de ev biraz rahatlasın,” dedi.
Okulda tanıtımı yapılmıştı zaten, “MESEM var, hem çalışır hem okursun,” demişlerdi.
İlk başta fırına verdiler beni. Sabah dört buçuk işbaşı yapıyordum. Hamur taşıyorum, tepsi siliyorum, bazen sıcak fırının önünde duruyorum, pişti mi diye kontrol ediyorum.
İlk ay ellerim su topladı, sonra nasır bağladı. Ama eve her ay üç beş lira götürünce annem seviniyordu, o sevinince ben de dayanırım diyordum.
O zamanlar anlamıyordum ama şimdi düşünüyorum da 13 yaşındaydım abi… 25, bazen 50 kiloluk un çuvalı taşıyordum.
Okulda da iyiydim aslında, valla ciddiyim. Öyle tembel bir çocuk değildim. İlkokulda öğretmenim çok severdi beni, “Zeki çocuksun, çalışkan da olursan güzel yerlere gelirsin,” derdi. Ama işte hayat…
Sabah kalkarsın aç, kahvaltı yok. Bazen annem, “Bugün ekmek alamadım, okulda bir şey yer misin?” derdi.
Yiyemezsin tabii, ne yiyeceksin? Herkes kendine kadar getiriyor.
Ama üzülmesin diye “Tamam” derdim.
Okula gidiyorsun, çocukların yemek çantası dolu, seninki boş. Bir süre sonra utanıyorsun, sürekli paylaşacak birini aramaktan, yemek teneffüsünde kenara çekiliyorsun, karnın ağrıyor açlıktan.
Bir gün öğretmen bana “Niye ödevini getirmedin?” diye kızdı. Bilse, benim o gün kalemim bile yoktu. Kalem alamazsan ne yapacaksın? Bir arkadaşından çalacaksın ya da sınıfta herkesin içinde benim kalemim bile yok diyeceksin. O kadar utandım ki kendimden… O an içimden “bir daha gitmeyeyim okula” dedim.
Yani kötü öğrenci değildim, sadece çok fakir bir öğrenciydim abla ben. Ve bu ülkede fakir olunca insan muamelesi görmüyorsun. Benim okulla beraber kaybettiğim şey dersler filan değil aslında, inancımı kaybettim ben. Bir anda büyüdüm. Yani öyle yavaş yavaş değil, sanki bir sabah uyandım ve artık çocuk değildim. İlk gün fırına gittiğimde hamur yoğuran abiler sigara içiyor, küfrediyor, biri bağırıyor, biri şakalaşıyor; kimse de sana “çocuk” muamelesi yapmıyor. Ben de öyle davranmak zorunda kaldım. Bir keresinde patron, “Senin yaşın kaç lan?” dedi. “On beş,” dedim, güldü. “Yalan söylüyorsun, on sekiz yaz buraya, sigorta için lazım,” dedi.
O an anladım, benden kimse çocuk olmamı beklemiyor.
Sonra da bir garip oluyorsun. Arkadaşlarla konuşacak şeyin kalmıyor, onların dünyası başka. Onlar TikTok’ta şarkı söylüyor, sen sabah beşte fırına gidiyorsun. Gülüşün bile değişiyor. Bazen kardeşimin oyun oynarken sesini duyuyordum, içim kıpır kıpır oluyordu, gideyim de şuna katılayım diyordum ama sonra bir şey tutuyordu beni oynayamıyordum.
İlk başta abla, iş yerinde herkes “aferin lan bu yaşta işe girmiş” diye takdir eder gibi oldu. Ama o “aferin” uzun sürmedi. Bir hafta sonra herkes beni emir eri gibi görmeye başladı. “Su getir”, “fırını temizle”, “tepsileri diz.” Bazı ustalar iyi, “Yavaş yap, elin yanar,” diyor. Ama çoğu sert; bağırmak, azarlamak sıradan şeyler.
Bir gün hamuru biraz fazla sulandırmışım, patron sinirlendi, “Beceriksiz,” dedi patlattı bir tane kafamın arkasından. Acımadı ama herkesin içinde gururum kırıldı. İçimden ağlamak geldi, tuttum kendimi. “Çocuk değilsin artık” dedim durdum içimdenMaaşımı ne düzenli ne de tam alamıyorum. Bize “devlet destekli maaş” diyorlar ama o paranın kimden geldiğini, nasıl geldiğini kimse doğru dürüst bilmiyor. Kâğıt üstünde her ay yatırılıyor güya ama fırında çalışanların çoğu benim gibi; bazen eksik, bazen geç yatıyor. İlk başladığımda “asgari ücretin üçte biri” dediler. Yani şu anda 5-6 bin lira civarı. Ama o da her ay aynı değil. Bir ay 5000 yatırıyorlar, diğer ay “devlet geç yatırmış” bahanesiyle 3500 geliyor.
Bir kere patrona sordum, “Usta bu ay az yatmış,” dedim, bana döndü, “o kadar hak ettin demek ki,” dedi.
Kazandığım para zaten eve gidiyor. Hani “kendime de bir şey alayım” diye bir lüksüm yok. Maaş gelir gelmez annem alıyor. Elektrik faturasını yatırıyor, mutfak tüpü alıyor, bazen kiraya katıyoruz.


