1. Haberler
  2. Kültür - Sanat
  3. Mine Soysal: Yaşasın kitap! demek bugün başlı başına bir direniş

Mine Soysal: Yaşasın kitap! demek bugün başlı başına bir direniş

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatı, yalnızca bir tür değil, aynı zamanda ifade özgürlüğü ve okuma hakkı etrafında süren uzun soluklu bir mücadelenin alanı. Son yıllarda kitapların “uygunsuz” bulunarak hedef gösterildiği, mahkeme salonlarına taşındığı, okul kütüphanelerinden toplatıldığı; yayınevlerinin, yazarların ve öğretmenlerin baskı altında kaldığı bir iklimde yaşıyoruz. Okuma özgürlüğü, giderek daralan hayat alanlarımızla birlikte, hem yetişkinler hem de gençler için somut bir demokrasi meselesine dönüşmüş durumda.

Böyle bir dönemde Mine Soysal, yıllar önce kaleme aldığı Eyvah Kitap!’ın devamı sayılabilecek Yaşasın Kitap! ile yeniden sözü gençlere bırakıyor. Bir yandan gitgide sertleşen sansürcü zihniyeti, okuma ve yayımlama özgürlüğüne yönelen açık ve örtük müdahaleleri anlatırken; diğer yandan Türkiye’nin dört bir yanından çocukların ve gençlerin kitaplarla kurduğu canlı, inatçı ve yaratıcı ilişkiyi görünür kılıyor. Gençleri “koruma” iddiasıyla onların merakını, dilini ve düşünme hakkını kısmaya çalışan yetişkin dünyasına karşı, edebiyatı sessiz ama güçlü bir itiraz alanı olarak savunuyor.

Soysal, hem yazar hem yayıncı hem de okuma kültürü savunucusu kimliğiyle bu söyleşide, sansürün ve otosansürün çocuk ve gençlik edebiyatını nasıl kuşattığını; buna rağmen gençlerin okuma arzusunun, soru sorma ısrarının ve söz talebinin nasıl canlı kaldığını anlatıyor. Yaşasın Kitap!’taki öykülerden yola çıkarak okuma hakkını, düşünme ve kendini ifade etme özgürlüğünü tartışıyor; “tehlikeli” ilan edilen kitapların aslında gençler için nasıl bir özgürleşme imkânı taşıdığını, bugün “yaşasın kitap” demenin neden hâlâ ve yeniden bir direnç hattı kurmak anlamına geldiğini hatırlatıyor. Mine Soysal’la tüm bunları konuştuk.

20 yıl önce “Eyvah Kitap!” derken belki de biraz daha umutlu muydunuz? Türkiye’de kitaplara erişimin, ifade özgürlüğünün, okuma kültürünün ve kendimizi ifade etme imkânlarının sürekli daraldığı bir dönemdeyiz, yine ve hâlâ… Bugün Türkiye’de “Yaşasın Kitap!” demek bir direniş biçimi mi, bir inat mı, gelecek nesillere bir emanet mi?

“Eyvah Kitap!” 2006’da yayımlandığında, hem çağdaş çocuk ve gençlik edebiyatı tam bilinmiyordu, hem de okuma özgürlüğü sorunlarımız çoktu. Eğitsel amaçlı, öğüt dolu kitaplar, okur kitlesini canından bezdirmişti. 2000-2005 yıllarında ülkenin hemen her köşesinde söyleştiğim ortaokul, lise, üniversite gençliği, ya kitap okumayı sevmediğini sanıyor ya da istediği kitaplara erişemiyordu. Onlarla konuştukça, aslında okumayı sevmediklerini değil, ilgilerini çekeni, merak ettiklerini okuyamadıklarını, aileden okula dek ciddi baskı gördüklerini, çağdaş edebiyatla rastlaşma ihtimallerininse sıfır olduğunu birlikte keşfettik. Ortak dertlerini öykülerle dillendirmeyi denediğim “Eyvah Kitap!”, işte bu gerçekliğe dikkati çeken bir gençlik manifestosu gibiydi. Zamanla okur kitlesi kitaba sahip çıktı, yetişkinlerin de okumasını sağladı. Sanırım benim de öncelikli amacım, gençlerin sesini asıl büyüklere duyurmaktı. 20 yılda gençler umudumu coşturdu. Ne ki aynı süreçte çoğu yetişkin, akıldışı boyutlara varan siyasi sansürün beslediği otosansüre esir düştü. Koşullar, genç kuşaklar için de kitap dünyası için de hızla kötüleşirken “Yaşasın Kitap!” bir çığlık gibi çıktı ortaya. Bu kez, gençlerin günlük hayatına sinmiş doğal bir olgu olarak kitapları ve okuma edimini normalleştirmek istedim. Yapay ya da zoraki yollarla değil, kitaplarla kendiliğinden buluşma mucizelerini örnekleyerek hem gençlere hem de büyüklere ilham vermek istedim.

Eyvah Kitap!’tan bu yana neredeyse 20 yıl geçti. O zaman internet yeni yeni hayatımıza giriyordu; şimdi Yaşasın Kitap! yayımlandığında ise yapay zekâ, sosyal medya, robotlar, algoritmalar var. Sizce “okuma”nın anlamı bu yirmi yılda nasıl değişti?

Dünya çok değişti, okumalar da öyle. Teknolojinin neden olduğu en büyük değişim, içerik üretme, okuma, tarama, tüketme sürelerinin ve hız toleransının çok yükselmesi. Özellikle genç kuşaklar bir tür gelişkin “tarayıcı”ya dönüştüler; geçmişe oranla artık sürekli “okuyorlar”. Hoşlarına giden bir kitabı okumakla ekran başında vakit geçirmeyi karşıt değil, koşut eylemler görüyorlar. Değişen ikinci önemli şey, basılı kitabın e-kitap, sesli kitap gibi dijital yan ürünleri sayesinde okuma olanaklarının, bir yandan da uzman editörlerin katkısıyla kapsayıcı çeşitliliğin ve nitelik arayışının artması. Üçüncü değişim, sansürcü zihniyetin hortlaması ve yasakçı uygulamaların yaygınlaşması. Okuma özgürlüğü her bahaneyle engellenmek, kontrol altında tutulmak isteniyor. Önemli bir değişim de yazarların seçtiği konularda: Savaş ve göçmenlik; zorbalığa, şiddete, ayrımcılığa direnç; nesillerarası iletişim, engellilik, toplumsal cinsiyet kimliği, doğa ve çevre temaları daha sık işleniyor ve bilimkurgu yükseliyor. Dünyanın gündemi değişip sertleştikçe büyüleyici hikâyelerin yerini sorun odaklı kurgular alıyor.

Peki siz nasıl değiştiniz? İki kitabınız arasında geçen bu zaman diliminde çocuklar ve gençlerle bağınızı hep korudunuz. Onları dinleme biçiminiz değişti mi?

Ben de değiştim. Artık sadece gençlere yönelik öyküler ve romanlar yazıyorum. Ortaokul, lise, üniversite gençleriyle; öğretmen, kütüphaneci ve ebeveyn gruplarıyla, okuma kulüpleriyle sürekli iletişim içindeyim. Dijital platformlar sayesinde erişimimiz kolaylandı; ülkenin her yerinde okullara, kütüphanelere, evlere konukluğum arttı. Kitaplar ve okumayla ilintili her konuda birbirimizi dinlemeye, anlamaya çabalıyoruz. Bu karşılıklı emek bizi birbirimize bağlıyor. Ama ülkenin koşulları kötüleştikçe ben de daha seyrek kitap yazabiliyorum. Günışığı Kitaplığı’nın, yazarlarımızın, kitaplarımızın daha çok okura kavuşması için eskisinden on kat fazla çalışmam gerekiyor. Yine de şanslıyım; yayın kurulundan editörlüğe, pazarlamadan satışa, idari işlerden depoya, yayınevimizin her kademesinde bana güç veren idealist çalışma arkadaşlarım var. Dikkatimi çeken bir değişim de gençlerle çeşitlenen konularımız. Uzun zamandır buluşmalarımızda sadece kitapları, okuma deneyimlerini konuşmuyor, dünya ve ülke meselelerine ilşkin paylaşımlar da yapıyoruz. Sorunları birlikte aşacağımıza inansınlar, gelecekleri için umut dolsunlar istiyorum. Bende değişmeyen tek şey, genç kuşaklara yoksulluğun olmadığı, eşit, adil, barışçıl bir dünya bırakmak ideali. Bunun için ilk günkü gibi yanıp tutuşuyorum.

Bu kitaptaki gençlerin çoğu, hayatlarının en kırılgan anlarında kelimelere sığınıyor –kimi bir kaybın ardından, kimi bir öfkenin içinde, kimi de görünmezliğin tam ortasında. Sizin gözünüzde kitaplar gençlere nasıl bir iç dünya kuruyor?

Edebiyat, teknolojinin şiddetli hızına kapılan yaşamımızda hâlâ güvenli bir liman. Yaratıcı kurguların, dizelerin sunduğu sessizlik anlarında zihinlerimizi sağaltmaya ihtiyacımız büyük. Dijital dünyanın en kalabalık kullanıcısı ve en kolay avlanan denekleri haline gelen gençler için de bu çok elzem. Çoğu denek olduğunun, hangi amaçla ne için kullanıldığının farkında olsun olmasın umursamıyor, oyuna katılıyor. Yenilikleri, olanakları denemek için öyle cesurlar ki, sık sık aldatılıyor, istismara uğruyor, kişilik hakları ihlal ediliyor, canları yanıyor. Nitelikli okumalar sayesinde durup düşünme, öz varlığındaki değerleri hatırlama, kendini yeniden kurma olanağı bulabiliyorlar. Dünyanın korkutucu gerçekleriyle baş etmeye çalışırken, içseslerini duymayı, anlamayı, özgün düşüncelerini derleyip toplamayı deneyimliyorlar. Keşke hepimiz kitapların tıpkı bir jeneratör, bir kesintisiz güç kaynağı olabildiğinin farkına varabilsek.

Çocuk kitaplarında toplumsal cinsiyet rolleri, azınlıklar, farklı yaşam biçimleri nasıl temsil ediliyor? Ya da edilemiyor?

Geçmişte bütün bu temaları işleyen eserleri yayımlamakta oldukça özgürdük. Özellikle dünya edebiyatından marjinal sayılabilecek, sıradışı seçimler yapabiliyorduk. 2015’lerden sonra sansür ve otosansürün etkisiyle durum hızla değişmeye başladı. Bugün okullarda önerilen birçok edebiyat kitabı sözcükleri, kurgusal öğeleri, hatta desenleri nedeniyle edebiyatla hiç ilgisi olmayan kurullar ve veliler tarafından “uygunsuz” bulunup linç edilebiliyor. Yargılanan, “müstehcen” addedilerek poşete sokulmak istenen çocuk ve gençlik kitaplarının sayısı artıyor. Yazarları da yayınevlerini de olumsuz etkileyen bu ortamda temalar sadeleşiyor. Engelli yaşamı, iklim krizi, doğa ve çevre sorunları gibi daha az “riskli” evrensel konulara eğilim artıyor.

Sanırım cevap aile yapımızda saklı. Eğitim sistemimizin ideolojik zaafları yüzünden, çocuk psikolojisi ve gelişim süreçleriyle ilgili çağdaş yaklaşım ve yöntemleri akademik anlamda öğrenemiyoruz. Büyük çoğunluk geleneksel aile deneyimini esas alıyor; en etkin yasakçı olan “ayıp” kültürüne bel bağlıyor. Bilimin karşına ahlak konurken gerçek, türlü çıkarlara göre çarpıtılabiliyor. Toplumsal idealizm, iyi niyet, samimiyet karinesi düşerken gösteriş, popülerlik arzusu, yalana ve paraya tamah yükseliyor. Bu sinsi dönüşümde genç zihinlere güvenmek, kitaplar yoluyla özgür düşünce ve ifade alanları açmak yetişkinleri ürkütüyor. Kendi kopyaları gibi büyümesini istedikleri çocukların edebiyat, şiir, felsefe okuyarak farklılaşmasından, nitelikli okumalar sayesinde zihinsel gelişimlerinden, sonuçta sorgulanmaktan ve eleştirilmekten korkuyorlar. Yaratılan korku toplumu nedeniyle zaten çoğunluk kör, sağır, dilsizi oynuyor. Geçim sıkıntısı, gelecek endişesi, eşitsizlik attıkça inceliklerin yerini kabalık, duyarlılığın yerini kayıtsızlık alıyor.

Mine Soysal

“Şanslıydım” öyküsünde Suna’nın kayıpların içinden “şans” kelimesine tutunması, bir felaketten arta kalan boşluğu sessizce doldurma çabası gibi okunuyor. Bu öyküyü yazarken, gençlerin yıkım karşısındaki o sessiz ama güçlü iç sesini nasıl duydunuz; “şans” kavramını böyle karanlık bir hikâyenin içine bilinçli olarak mı yerleştirdiniz?

Çocuklar, sanıldığı gibi güçsüz değiller, çok güçlü varlıklar. Korkuyu da yetişkinlerden öğreniyorlar. Bir çocuk hayvanlardan korkmaz, onlara hemen yaklaşmak, iletişim kurmak ister. Ama şansızsa, korkan büyükleri yüzünden hayvanlardan korkan birine dönüşebilir. Tıpkı böyle, onların ölümden, felaketlerden, yalnızlıktan da korkacağı, yıkılacağı varsayılıyor. Oysa gerçekte acıya dirençleri, yaşama tutunma güdüleri çok yüksek. Öykümdeki Suna da kısıtlanmadan, sevgiyle büyüdüğü için özünde güçlü bir genç. Babası gibi dağılmak ve vazgeçmek yerine direnmeyi ve yaşamayı seçmiş. Küçücük anlarda bile “şanslı” olduğunu duyumsama gücüne sahip. Ailesi haksız yere hapsedilen, annesi gözünün önünde katledilen, türlü ihmallerle sevdiklerini kaybeden sayısız çocuğumuz var bizim. Onları düşünmeli, iyileşmelerini hızlandırmak için yaşama sevinci, neşe ve güvenle sarmalamalıyız.

Siz yıllardır sadece yazar değil, aynı zamanda bir yayıncı ve okuma kültürü savunucusu olarak çalışıyorsunuz. Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatının geleceğini nerede görüyorsunuz?

Ülkemizde de dünyada da kitapların, yaratıcı emeğin giderek şiddetlenen bir değersizleştirme ve ortak “meta” haline getirilme tehlikesi var. Kitap dünyası ve düşünce, ifade, yayımlama özgürlüğü büyük tehdit altında. Yapay zekâ dijitale yüklenmiş her içeriği sorgusuz sualsiz kullanabileceğini sanıyor. Yasal düzenlemelerin yetersizliğinden bunu başarıyor da. ABD, okul ve halk kütüphanelerinde birçok yazarı ve kitaplarını yasaklamak için yasalar çıkarıyor. Eğitim Bakanlığımız, “seçtiği” öğretmenlere “uygun” hikâye kitapları yazdırmaya ve tüm okullarda ücretsiz dağıtmaya başladı. Nitelikli, kapsayıcı yayıncılığı engelleyen yasakçı uygulamalar, tema-karakter-sözlük seçimlerini kısıtlarken kitapların, yazarların ve yayıncıların yargılandığı davalar aldı başını gitti. Ekonomik çöküşün, kutuplaşmanın, ayrımcılığın tavan yaptığı bu kaotik ortamda, genç kuşaklar çoktan dijital dünyanın öznesi haline geldi. Üstelik zevkle, ilgiyle okuyabilecekleri kurgu eserlere ulaşma olanaklarıysa hızla daralıyor. Çağdaş edebiyat yayıncılığı da, çocukların ve gençlerin okuma haklarını savunmak da adeta şövalyeliğe dönüştü. Gelecek umudunu korumakta zorlandığımız karanlık bir süreçten geçerken de gençlerin enerjisi ve cesareti bize güç veriyor.

Günışığı Kitaplığı 30 yıldır Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatının neredeyse bütün dönüşüm evrelerine tanıklık etti; dilde, temalarda, sansürde, okur profilinde, eğitim sisteminde büyük kırılmalar yaşandı. Siz hem yayınevinin kurucusu hem de çocuk ve gençlik edebiyatının yönünü belirlemiş bir yayıncı olarak, bu üç on yıllık süreçte yayımlama cesaretinizin ve editoryal duruşunuzun en çok hangi inanca dayandığını düşünüyorsunuz?

Az önce dediğim gibi, biz öncelikle çocukların ve gençlerin güçlü doğasına, sonra da edebiyatın renkli, çok boyutlu zihinsel katkısına inanıyoruz. Her kitapta okurlarımızı düşünerek çalışmak muhteşem birer deneyim. Onlara sunduğumuz kitaplık bizi de çok heyecanlandırıyor. Kitap dünyasına, yaratıcı emeğe ve okurlarımıza karşı sorumluluklarımız var. Yaptığımız işin temelini ticaret belirlemiyor. Bizimkisi nitelik arayışı, ömürlük izler bırakacak yaratıcı, özgün eserleri yayımlamak sevdası. Edebiyatın yerel ve evrensel ölçütleri vazgeçilmezlerimiz. Satış adetlerini, popülerliği esas alan manipülatif yaklaşımlar bizi ilgilendirmiyor, onlara ödün vermiyoruz. İlk günden bugüne, 30 yıldır bunu başardığımızı düşünüyorum.

Bu bir yandan da mücadele sanırım, değil mi?

Hem de nasıl bir mücadele… Resmi kurumların “tehlikesiz” gördüğü, kolayca tüketilmek için hazırlanmış niteliksiz kitapların yüz binlerce sattığını görmek, bu yayınların kamu ihalelerinde, yarışmalarda prim yaptığını izlemek üzücü. Okuma deneyimleri henüz yeni olan okurlarımız, hikâye kitabı formatında ellerine tutuşturulan bu kitaplardan doğallıkla çabuk sıkılıyor ve okumaktan yine uzaklaşıyorlar. Ticari yaklaşım, onlarca yıldır sürdürdüğümüz okuma keyfi kazandırma çabalarımıza zarar veriyor. Biz de bıkıp usanmadan edebiyatı, nitelikli kitapları ve yaratıcı okumaları her öğretmene, her veliye tek tek anlatıyoruz. 85 milyon nüfusumuzu düşününce çılgınca değil mi?

Bu kitapta onlarca genç kendi hayatının eşiğinden konuşuyor; kimi kaybı anlatıyor, kimi öfkeyi, kimi bir sessizliğin içinden çıkmaya çalışıyor. Peki sizce bugün gençlerin bize en yüksek sesle söylemeye çalıştığı ama hâlâ duymadığımız şey ne?

“Sen ne düşünüyorsun?” Bu en basit sorunun her konuda kendilerine sorulmasını istiyorlar. Devletin işleyişinden bilimsel çalışmalara, iklim krizinden ekonomiye, insan haklarından kadın cinayetlerine, hayvanlara yapılanlardan çocuk işçilikle mücadeleye her konuya katılmak, kafa yormak, konuşmak istiyorlar. Dünyanın geleceğinde söz sahibi olmak istiyorlar. Söz hakkı verilen, düşüncesi sorulan insan (çoğunlukla sanıldığı üzere) şımarmaz, tam tersine durup düşünür. Kendisiyle, çevresiyle yüzleşme, hem kendi içsesini hem de dünyanın uğultusunu duyup anlama cesareti bulur. Sırf dünyaya geldikleri için gençler de çocuklar da bu saygıyı hak ediyorlar.

Bu kitabın okurda bırakmasını umduğunuz en güçlü duygu nedir?

“Yaşasın Kitap!”ın okurlarından beklentim iki taraflı. Genç okurdan beklentim, “Ben de varım, ben de yapabilirim!” gücünü duyumsaması. Yaşam onları nereye savurursa savursun; aile, okul, sosyal çevre ve ekonomik olanaklar onları neye zorunlu tutarsa tutsun, her sorunla baş edebileceklerine, üstesinden gelebileceklerine inanmaları. Bir an önce haklarının bilincine varsınlar, duygularını, zihinlerini yönetme, kullanma becerilerini geliştirsinler. Yetişkinlerden beklentimse, genç kuşakların sessizliğine aldanmamaları; onlara gönül yoldaşı olmak için zaman, duygu, güven emeği vermeleri. Neler yaşadıklarını anlamak için çocuklarına önyargısız, şefkatle, sağduyuyla yaklaşmaları. Okuyacakları kitaplar gibi yaşamlarına, mesleklerine ilişkin kendi seçimlerini özgürce yapmalarını sağlamaları. Çocuklarının kendilerinden farklı bireyler olabileceğini kabul etmek, bu gerçekle barışmak. Keşke bu çift taraflı mucizeye birazcık katkım olabilse.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
KAI ile Haber Hakkında Sohbet
Sohbet sistemi şu anda aktif değil. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.